30 Ağustos 2010 Pazartesi

BEN FASHION WEEK GÖRDÜM


Küçükken Barbie oynamayı seven her genç kızın rüyasıdır fashion week'te yer almak. Ben Barbielarimi oynatırken böyle bir hayalim yoktu gerçi ama Barbieleri giydir çıkar seviştir aslında bilinçaltında bir fashion week olgusu yaratmış zira bu olay da böyle; mankenler giyinsin çıkarsın sevişsin:)

Hazır İstanbul'a gitmişim bir defile izleyip döneyim derken kendimi basın mensubu olarak 3 gün boyunca defileden defileye koşarken bualcağımı doğrusu tahmin etmiyordum. Basın kısmında blogger yaka kartlı insanlar görünce de küflenmiş blogum aklıma geldi ve buraya özgürce yazmalı gözlemleri diye düşündüm. Here we go:

2.GÜN: (yanlış yazmadım 2.günden katıldım 2'den başlıyorum) Gül Ağış, Zeynep Tosun, Zeynep Erdoğan'ın koleksiyonlarından oluşan karma defileyle başladı ifw maceram. İlk defile olunca başta etkilendim ama sonrakileri görünce çok da matah olmadığına kanaat getirdim. Zeynep Erdoğan tasarımları farklı ve hoştu ama kullandığı mankenler batırmış malesef güzelim tasarımları. Eş, dost hatrına yürüyemeyen birkaç manken dışında fena değildi.

Daha sonrasında en merak ettiğim Simay Bülbül defilesine sıra geldi. Backstage'de mankenlerin hazırlıklarını fotoğrafladık. Bizim ünlü dediğimiz Türk mankenlerin havasından geçilmiyor bence daha taş olmalarına rağmen yabancı mankenlerin varoş muamelesi görmeleri tuhafıma gitti. Makyajın ne kadar sihirli birşey olduğuna da canlı şahit oldum. Mankenler aslında çirkin evet evet çirkinler podyuma makyözleri çıkarmalılar alkışı hak edenler onlar. Ama fiziklerine diyecek lafım yok malesef 1.80 boylar gram yağ yok orda pek makyaj hilesi yok üzgünüm ki.

Simay'ın "Attarti Ana" konseptli avantgarde-couture tarzındaki fashion weekteki ilk solo defilesi tek kelimeyle mükemmeldi. Derinin gece kıyafetinde bu kadar zarif durması, tamamlayıcı aksesuarlar, sunumdaki sanatsallık, kareografi, müzik herşey temaya uygun şekilde büyüleyiciydi. En çok alkışı alan da hak eden de oydu. Sonrasında backstagede de diğerlerinkinden farklı bir coşku tabiri caizse sevgi yumağı vardı burda da Simay'ın pozitif enerjisi ve sıcakkanlılığının etkisi büyük.İnsan hem yetenekli hem tatlı olmamalı ya!

Sonraki defile Punto Deriydi. Marka defileleri beni pek açmıyor ürünler çok yaratıcı olamıyor çünkü. O yüzden olsa gerek Anjelika Akbar'ı koymuşlar podyumun ortasına onu dinledik öyle geçti.

Sonrasında Mehtap Elaidi vardı. Tasarımlar parlak pastel renklerle çok hoştu. Kumaşının hedehödö dokusu şu detaylarla bezemiş tarzı yorumlar yapamıcam. Bakıyorum giyerim çok tarz diyorum budur göz var süslenmiş terimlere gerek yok. Günlük hayatta giyip de insanları dönüp baktırtacak güzellikte kıyafetleri beğeniyorum bu yüzden marka defilelerinden çok tasarımcılarınki daha başarılı gözüktü gözüme.

İlk gün Arzu Kaprol'un defilesiyle bitti. Uzay çağını andıran bir konseptle göz alıcı bir defileydi ama kıyafetler de uzay çağında giyilebilir olduğundan bi Lady Gaga olmadığımdan alıcı gözüyle bakamadım. Görsel olarak güzeldi ama Armani taklidi diyenler de olmuş bilemeyeceğim. Ama Arzu Kaprol'un davetlileri kırmızı halıda karşılaması ilginç ve güzel bir jestti bence.

Defileden daha renkli sahnelerse kampüsteki davetliler arasındaki moda yarışıydı. Ben bunu nerde giycem ki diyerek alınan kıyafetleri giymek için ideal bir yermiş. Zira ben de en son gün öyle yaptım. Millet dikkat çekme yarışındaydı. Yeni sezondan haberim var diye bağırırcasına kasılmış yeni trend detayları da cabası. Ama şu kalın yüksek topuklu yuvarlak burunlu ayakkabılar yok olmalı derhal!

3.GÜN: Bugün Niyazi Erdoğan, Necla Güvenç, Tuvana Büyükçınar, Rana Berna Canok'tan oluşanine karma defileyle start aldım. Sonunda erkek modası görebildiğim bir gün oldu. Nej'in organik kıyafetleri, Tuvanam'ın rengarenk çocuksu çizgileri, Rana Berna Canok'un 3 boyutlu heykelimsi tasarımları güzeldi ama bir önceki günün karması daha bana hitap etmişti. Bugünün en beğendiğim defileleri Hatice Gökçe ve Özgür Masur oldu. Oh yaratıcılık dedim sonunda! Hatice Gökçe'nin hem bayan hem erkek Jön Türkler temasını ve o derileri çok beğendim bayan tasarımları maskülen ama erkek olsam tercih ederim. Özgür Masursa beni benden aldı. Tam bir trendy promgirl kreasyonları. Çok dişi bir o kadar sevimli çizgiler. Birkaç yaz düğünü elbisesi seçtim kendime gelecek yaz evlenenlere duyurulur! Sonrasında roportaj yapma fırsatım da oldu. İlham kaynağını öğrenmeye çalıştım ama ilham kelimesine inanmıyormuş kelimeye inanmıyor ama bir yerlerden gelmiş belli ki yoksa nasıl çıkacak bu şaheserler!

Bugünkü defile programı Bahar Korçan'la devam ediyordu. Gerçekten çok merak ediyordum ama kendisi özel seçilmiş basını alıp organizasyonun bunu bize bildirmemesinden dolayı sadece karmaşasını yaşayabildim. Moda Haftası kapsamında bir defile yapıyorsan basını elemek gibi bir tutum olmamalı. Bunu da organizasyonun ve kendi PRlarının embesilliğine veriyoruz fotolardan değişik bir defile olmuş gibi gözüküyor ama küstüm yazmıyorum kötüdür kesin o kötü! Koşturmayla geçen 2 gün sonunda bünyem iflas ettiğinden daha fazla dayanamadım Damat defilesini de kaçırarak evin yolunu tuttum zaten Damat'ın defilesinden çok backstageini merak ediyordum kısmet değilmiş. Bugün baş ağrısıyla kabusumsu geçti verim alamadım. Günün ilginç karakterleri Özgür Masur defilesine gelen Semra Özal, Beren Saat, Deniz Akkaya, Ece Sükan'dı. Her nesilden giydiririm diyor herhalde.

4.GÜN: Bugün kendime izin verdim. İstediğim roportajları da tamamlamıştım artık basın kartını şöyle bir kenara atıp red carpetın tadına varayım dedim. Çektim tasarım kıyafetimi ben de salındım kaç gündür gözlemlediğim tipler gibi. Gamze Saraçoğluyla başladım şölene. Tasarımlar güzeldi ama bence biraz farklı sunabilirdi çok sade bir kareografiydi. Genelde hepsi öyleydi niye farklı olmak için enerji sarfetmezler. O kadar yabancı basına sundukları önemli bir organizasyon katalog bakmaktan bir farkı olmalı. Bu farkı yaratan çok az defile izleyebildim. Bugün diğer günlere nazaran daha boştu ve daha karışık bir kesim vardı. Demek haftaiçi işi moda olan insanlar haftasonu da yapcak daha iyi işi olmayan insanlar geliyormuş.

Gamze Saraçoğlu'ndan sonra Avva defilesiyle devam ettik. Hah şimdi erkek manken izleyeceğiz diye bir hevesle en güzel yere çökerken karşımıza androitler çıktı. Teknoloji konseptine uydurcaz diye çocukları beyazlara boyamışlar ucuza kaçmış yeni yıl süsü gibi olmuşlar. Bu hi-tech makyajları gözümü fazla aldığından giysilere bakamadım. Marka defilelerine bir gıcık beslemiş gibi dursam da paramı kazanır işime bakarım ihracatçı mantığından uzak durup böyle organizasyonlarla kendilerini kanıtlamaları aslında gurur verici.

Avva'dan sonra Özlem Süer defilesi vardı Kız Kulesinde. Yine bir Bahar Korçan vakası yaşamamak adına risk almadım ve o süreyi benim gibi kampüste kalan insanlarla kendi defilemizi yaratarak geçirdim. Bu esnada keşfedilip bir koltukaltı detayı da verdim bazı medya mensuplarına. Bir gün keşfedileceğimi biliyordum koltukaltım da olsa bir yerimle bir yere gelceğimi hep hissetmiştim:)

Poz keserek geçen 4 saatin sonunda sıra asıl beklenen final defileye geldi: Koton. Marka deyip geçmedik ne de olsa tasarımlarını Hakan Yıldırım'a yaptırmış bir de üstüne Victoria Secret meleği Alessandra Amborosio'u getirmiş bir markadan söz ediyoruz. Ama defilenin girişi özel bir defile daveti değil de Media Markt açılışı izdihamı gibiydi. PR'ın embesilliğiyle kapasitenin çok ötesinde dolup taşan davetli sayısı aslında bana yaradı ve basın olarak alınmamama rağmen bir şekilde davetli girişinden girdim o yüzden çok fazla PR'a bok atamayacağım bir de güzel yerden izledim ki şu an gerçekten davetli olup da izleyemeyenlere üzüldüm kikiki. Bütün sansasyon zaten Ambrosio'dan kaynaklanıyordu. Kadın 2 kere yürüdü ama iz bıraktı geçti.

Bu defilede gördüm ki 3 gündür manken diye izlediklerimiz komşunun ünlü olmak isteyen cılız kızı kıvamında tiplerden ibaretmiş. Bikini defilesi olmasından mıdır hepsinin yabancı olmasından mı bakakaldık. Hatta hepsi o kadar birbirine benziyor ki sürekli Ambrosio bu mu bu mu diye sorup durdum ama Ambrosio çıkınca kendini belli ediyormuş onu gördük. Brezilyalıların genetik formülünü ele geçirmek istiyorum. Gelecek neslimi bu genlerde üretmek için ne gerekiyorsa yapacağım. Havasından suyundan olan birşey olamaz bu. Allah katında bir piyango çıkmış olmalı. İnsanlık oluşurken bir çekiliş yapıldığına inanıyorum da. Brezilyalılar güzelliği çekmişler biz de kroluğu. Bunun gibi bir şey. Defile boyunca "acaba bu popolar sambaylamı oluşuyor yoksa samba mı bu poponun ürünü" diye düşünüp durdum bu yüzden bikinilere odaklanamadım. Ama değil koton reyonlarında plajlarda görmeye alışık olmadığımız iddialı tasarımlardı. Koton değillerdi yani.

Asıl eğlence defile sonrasıydı. Elle'in partisinde tüm 3 günün acısını fazlasıyla çıkarttık. Partiyle ilgili detaylar vermek isterdim ancak yoğun alkol bilinçaltında hasara sebep olduğundan bu kısımları boş geçeceğim , görsellerle donatacağım.

Kıssadan hisse: moda dünyası benim için 3 günden ibaret kalmalı fazlası tehlikeli



7 Nisan 2010 Çarşamba

Sitcom Tadında Turkish Media

Ah bu medya beni öldürecek!

Gündemini yitirdi ama ben hala gülmekten kendimi alamıyorum ve daha da bayatlamadan bayatlamış bloguma renk katsın diye yazıyorum. İclal Aydın vs. Tuna Kiremitçi yani yüzyılın yanlışlıklar komedyasıyla dalga geçmemek olmaz.

Olayı anlatmaya gerek yok google it please. Bunların aşkı da böyle komik başlamıştı. Hatırlarım İclal'den aşk tanımı "ikimizin de gamzeleri var ne güzel değil mi?"idi. Eee tek ortak yanları gamzeleriymiş herhalde ki kadın kocasının aşık olduğu müzisyenin adını bile duymamış daha. Ah be kadın gazeteciyim dersin kendine, yazıyorsun ediyorsun insan bir kıskançlık krizine girmeden önce araştırır eder değil mi? Ben olcaktım o Jacqueline'i önce googlelar, sonra facebook, twitterda takibe alur yetmedi mi sokağına kadar gider dürbünle nasıl çello çalıyormuş bir bakar sonra döşerim yazımı. Tabi önce bir googlelasa bu kadar acıya da gerek kalmazdı. Bu yanlışlık olmasa terkedilmiş zilyonla kadının Martin Lutheri olabilirdi ama yılın ibişi olabildi anca vesselam.

O değil bunu yayınlayan gazeteye ne demeli? kıskıs gülmüştür yayın yönetmeni bak şimdi nasıl karışacak ortalık diye yada o da Jacqueline'in varlığına inandı:) Bence bundan sonra Tuna'nın tüm eski kırıkları ayaklansın "hepimiz Jacquelineiz" diye. Bu olaydan ne pazarlama çıkar ama. Literatürde sazanın yerini "iclalaydınlaşmak" alabilir. "Jacqueline yapmak" diye bir deyim de ortaya atılabilir.ör: "abi benim ex'e jacquilene yaptım, çıldırdııı hala hasta bana". Olayın bir de Tuna mallığı da var. Her kesimden insanın okuduğu bir gazeteye yazıyorsun öyle her metaforu kaldıramaz halkımız. Yazının altına bir dipnot döşeyeceksin adı geçen Jacquilene* çello sanatçısıdır diye yada önsöz gir eski eşlerin belki sonuna gelmeden hemen bir yazı döşeyip yayına verirler mazallah, de baştan "bu yazıda adı geçen şahıslar tamamen yazarın fantazi dünyası olup olası bir sevişme yaşanmamıştır". Neyse bu olay sayesinde tüm Türkiye Jacquilene'i tanımış olduk belki Tuna gibi sevgililer edinmiştir memleketimizden. Ne demişler her işte bir hayır vardır. Entellektüel insanlar, halkımın gamzelilieriyle birliktelik yaşasın ki kültür paylaşımı tüm yurda yayılsın.

Yurdumun medyasında ne skandallar unutulup gidiyor ama böyle komiklikler hep akıllarda kalıyor. Benim için Kaya Çilingiroğlu'nun Ferrari Ferayesi ve Jacquilene olayı her daim hafızamda kalcak. İclal Aydın Nobel alsa bile onu hep bu yazısıyla ve o tek gamzesiyle hatırlayacağım.

Kıssadan Hisse: Gamzesine aldanıp evlenme!
İntikam fast food değildir, bir sabret dur bir araştır öyle saldır

P.S: çok sevdiğim bir parça takıldı aklıma yazarken onu da paylaşayım anlam ve önemine uygun Franz Ferdinand- Jacquilene :) http://fizy.com/s/16m4rh

9 Eylül 2009 Çarşamba

Bodrum sahillerinde BATUlaşma

Sonunda hayatımın en uzun süreli yaz tatilini Bodrum'da geçirme şerefine erdim. Bu da bana bronz tenim dışında hayata dair pek çok blog malzemesi çıkardı. Bodrum'un her koyunda farklı bir yaşam sürülmesi acaba ben mi şizofrenim yoksa Bodrum mu şüphesi uyandırmadı değil. Bir gün emeklilerle takılıp ertesi gün tikicanlarla sonra yerlilerle derken bende de bir kişilik bölünmesi meydana geldi. Tatil tatil olmaktan çıktı insan belgeseline döndü.

Evvela kaldığım yer pek Türkiye değildi. Hariciyecilerden oluşan bir site tek kelime Türkçe konuşamayan bebeler, hiç konuşmasın lütfen diye iç geçirilen mon cherler arasında Japon turist edasıyla sadece deniz ve güneşten faydalanan ben..Kulağıma gelen dialogların "well, bizim oğlan da tekneyi alıp Bebek'e kaçmış ohh haylaz" şeklinde olması ipodumla bütünleşmemi sağladı. Ananemin site sakinlerinden bir kadın için yorumu zaten olayı özetliyordu. "Türkçeyi bayağı iyi konuşuyor". Kadıncağız da kendini başka bir ülkede sanmış olacak ki anadili Türkçe olan bir bayanın Türkçe konuşmasını hayretle karşılayabiliyor.

Durum diğer tiki plajlarda da farksız değil. Hadi burda sadece İngilizce konuşuluyordu oralar da bambaşka bir dil konuşuluyor. Çok sevdiğim Sarnıç plajının 90-95li ergenler tarafından işgaliyle dejenere olması beni benden aldı. Tuvalette tanık olduğum dialogu aynen iletiyorum:

Tikican kız 1: ayy batuııı beni terk ettiğine göre babama söyleyeyim gemiyi hazırlasın. Senden ayrı olduğumuz zaman çıkmıştım derim heaam
Tikican kız 2 : ayy kızaam sen bu numarayı tüm yaz için kullan. hatta uludağ'a da gelirsaaan
Tikican kız 1: ayy batuııı uludağ'a hayatta izin vermaaaz

bu dialog böyle sürerken işemek amaçla tuvalete giren ben kusarak olay yerinden uzaklaşırım. Nasıl bir baba bu acaba gemiyi hazırlıyor diye kara kara düşünmeye başlarım. Hani tekne, yat da değil direk gemi karayiplere falan açılcaklar herhalde. Ben de eve döner dönmez denedim bu yöntemi "baba gemiyi hazırla" dedim ki emir kipi kullanmam zaten yetiyordu bir de başına gemi koymam olmadı tabi ama ciddiye alıncak bir cümle olmadığından halen yaşamımı sürdürmekteyim.

Neyse bu kızla işimiz bitmedi. Baktım mekanda malzeme var bir daha gittim plaja. Bizimki yine orda zombi gibi kararmış hala yanmaya çalışmakta. Bu sefer denizde dubada karşıladım kendilerini. Saçlarını tepeden toplayıp makyajları bozulmasın diye golden retriever tarzı yüzüşleri zaten kopmaya yetiyordu. Bir de dubaya çıkıp muhabbet etmeleri artık sesli gülebilmem için ortam esprileri yaratmaya itti beni. Yıkıcı dialoglar vol.2:

Tikican kız 1: ayy kızaam batuıı bugün yine beni terk ettiiii
burda ben ve arkadaşım kopmaktan gerisini dinleyemeyiz. sonra muhabbet gelişir
Tikican kız 1: yaa yatta yediğim kavunlu dondurma inanılmazzdı.Hayatımda yediğim en güzel dondurmaydı
Tikican kız 2: burda var mıdır ki?
Tikican kız 1: ee kavun var dondurma var yapsınlar yanee

Arkadaşımla yarılarak dinlerken acaba kaç yaşlarındalar diye düşünürken Öss muhabbetiyle kafamızdaki soru işaretleri ortadan kalktı

Tikican kız 2: ayy üniversite sonuçları nolcak çok merak ediorum ben bilgi istiyoraam
Tikican kız 1: bilgi güzel de ben bahçeşehir istiyorum kızaam denize yakın çünkü

Meslek seçimini denize yakınlığa göre karar veren bir insanın sayısalda kaç net çıkardığını gerçekten görmek isterdim. Kendisi umarım şu an Bahçeşehirde denize karşı derslerini dinlemektedir

Artık bu son yaran dialoglardan sonra uzun bir süre o plaja gitmedim. Aradan haftalar geçti başka bir arkadaş grubumla tekrar gittik o plaja. Kızımız herhalde babasının hazırladığı gemiyle açılmış olacaktı ki yoktu ortalarda. Ama daha beteri bizi beklemekteydi: BATUIIAA. Bu o Batu olmamalı dedim. Liseli bebeler önümüze yatmışlar. Kendini küçük bir kadın sanan ergen kızın BATUUUAA diye haykırışlar evet meşhur batu bu herhalde yine terketmiş yenisini bulmuş diye düşündürmeye itti beni. Arkadaşlarımla birbirmize bakıp şaka mı gerçek mi dedirtecek derecede uçmuş dialoglara şahit olduk. 2 kız 1 batu gelmişler. Esas kızın arkadaşı kesin Batu'ya aşık ezik, gıpta ile bakar, içinden ah şunun saçını başını yolsam ne buluyor Batu bunda diye iç geçirir.Elinde de "umarsız" diye bir kitap. Esas kız(kendisine bundan sonra dövülesi kız etiketini takıyorum) gelir "aa umarsız ne demeeek?" diye sorar ve ciddidir. "batuaaa umarsız ne" batu ise libidosunu yeni keşfetmiş piç abilerine özenen bir ergensidir ve kızın her ağzından çıkanı okşayarak, şaplak atarak, ısırarak yanıtlar. Kızdan çıkan sesi de bilmek istemezsiniz. O günden sonra hepimiz terapiye başladık bu travmayı atlatabilmek için. "Batuaaa ısırmaaa Batuaaa naposaaan Batuaaaa yapmaaa" Benim de elimde Bin Muhteşem Güneş aynı yaşta bir Afgan kızının acıklı hayatını okuyorum ve iyice delleniyorum. Daha kitapların adını anlayamayan birine bu kitabı versem ne yapar acaba diye düşünüyorum bir yandan. "Taliban nee Batuııaa yeni bir mekan mı" alacağım tepki olurdu herhalde. O günü öylece tamamlayıp tam çıkışımızda kuduran arkadaşımın arabayı üstlerine sürmesiyle kendilerine ufak bir korku yaşatıp olay yerini terk ediyoruz ve bir daha oraya gitmiyoruz. Hep Batu mu terketcek..

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Miss Bean'in Mülakat Maceraları

Sayısız iş deneyimlerle beraber pek tabi sayısız X 894757869 mülakat deneyimim de oldu. Bu tecrübelerin çokluğundan mı yoksa anormal karakterimden midir bilinmez hiç bir insan kaynakları kitabında okuyamayacağınız ilginçlikte mülakat deneyimlerim oldu. Derslerde öğretilmesi gereken bu vakalardan 2sini inceleyeceğiz..



VAKA 1: Reklam ajansında çalışmaktayım. Başka bir ajans benle telefonla mülakat yapacak. Ofiste konuşamayacağım için arabama iniyorum. Her şey güzel rahat rahat konuşuyorum karşı tarafı dinliyorum. Karşımdaki tam işin ne olduğunu anlatırken önde park etmekte olan minibüsün geri geri bana çarpmakta olduğunu hissediyorum. Kornaya bassan basamıyorsun pardon bana çarpıyorlar birazdan sizi arasam diyemiyorsun, inip öndekine küfür de edemiyorsun, karşı tarafı hiç dinleyemiyorsun.. kalakaldım. Bir yandan halime gülüyorum bi yandan bozuntuya vermemeye çalışıyorum. Arabama dokunduran adam da durumu anladı herhalde gülüyor çıkıp dövesim var dövemiyorum. O sırada işin ne olduğunu da anlayamadım ama anlamış gibi yaptım. Aslında o durum karşısındaki dirayetimi görseler direk işe alabilirlerdi. Neyse ki arabaya birşey olmadı ben de 2.görüşmeye çağrıldım ama sonuç iş olmadı mülakat enstantanesi olarak kaydedilen bir anı kaldı geriye.



VAKA 2: İşte gelmiş geçmiş mülakatların en efsanesi. O sırada muhasebecilik yaptığım işe yeni başlamışım ama hala arayıştayım her zaman olduğu gibi. Garanti bankası grup mülakatına çağırmış mutlaka gitmeliyim. O sıralar pek çok mülakat için tipik izin bahanelerini kullandığımdan 1 saat kaçmak için yaratıcı bir bahaneye ihtiyacım var. Muhtemelen patronumun daha önce karşılaşmadığı türde bir bahaneyle gittim yanına. Annem kapıda kalmış benim anahtarı götürmem lazım öğle tatiline biraz erken çıkabilir miyim dedim adama kal geldi. Birşey diyemedi saldı beni. Tabi öncesinde de kendimce bir telefon konuşması mizanseni hazırladım her ne kadar patron duyamasa da. "anneee inanmıyorum nasıl geliyim ben şimdi üff tamam"çat telefon kapanır izin alınır. Ev de nasılsa uzak bol vakit kaptım diyerek uzaklaştım.

Heyecanla bankaya gidiyorum. Tam içeri giricem arkamdan bir teyze seslendi: "Evladım pantolonun sökülmüş"..Hass....ve akabinde yusuflar...Olamaz teyze iş görüşmem var diyorum teyze bana acıklı bir bakış atıyor ordan durumun vahim olduğunu anlıyorum. El yordamıyla da deliğin boyutunu hissedince yusuflar katlanıyor. Pantolon alıp gelsem mi diye düşünüyorum vaktim yok neyse metin olmalıyım diyerek arkamı duvara vere vere sıraya giriyorum. Aklım delikte acaba nasıl gözüküyor diye düşünüyorum. Çok cinim ya ortamda ayna yok cep telefonuyla çaktırmadan popoyu çekme çabaları karizma yerlerde sürünüyor. O anki surat ifademi çekseymişim delikten daha başarılı bir kare olurmuş. Sabit bir duruş yakalayarak görünümü kamufle ettiğime kendimi inandırıyorum. Bir yandan da neden pantolonla aynı renk çamaşır giymezsin diye hayıflanıyorum. Ben soğuk terler dökerken görüşmeye gircek olan grubumu çağırıyorlar. Çok centilmenim ya herkese önden yol veriyorum arkamı duvara vere vere kantocu gibi salona giriyorum. Sandalyeye oturmamla deliğin daha da büyüdüğünü hissedebiliyordum. Yatay bir pozisyon alıyorum ve kımıldayamıyorum. Karşımdaki insan kaynakları elemanının aldığı notu tahmin edebiliyorum: "Dik duramıyor, iyi bir yönetici olamaz". Bir şekilde artık geçmiş olsun diyerek doğrulup mülakata odaklanmaya çalıştım ama ne mümkün aklım kayıyor bir şekilde gördüler mi acaba diye. Yusuflar eşliğinde geçen mülakat sonunda tamamlandı veda faslı başladı ben yine soğuk terler içinde. Arkamı vere vere "ağam kurban olayım ver elini öpeyim" pozlarında geri geri mekanı terkettim. Çıktığım an gördüğüm ilk mağazadan bir pantolon alıp işe gittim. Eve gitme yalanını sıkmam da iyi olmuş böylelikle evde üzerime birşey döktüm değiştim diyebildim daha bir inandırıcı oldu:) Ha sonuca gelince mülakatı geçemedim ama sebep bilinmiyor...

Bunlar gibi daha çok enstanteneler de yaşandı tabi adamın adı murattır merhaba ben kazım beyle görüşcektim diye içeri girmeler, adamın burnuna takılıp başka birşey düşünememeler, kovulacağını bilmeyen çalışana ben sizin pozisyona gelmiştim diyerek şok yaşatmalar, yanlış dairede inatla mülakata girmeye çalışmalar vs...

Kıssadan Hisse: Herkesin içinde bir Mr.Bean vardır ne olursa olsun metin olun:)

26 Şubat 2009 Perşembe

Nerdeyim Ben Ne yapıyorum?

Sonunda sanatımı buldum. Anlık bir dürtüyle kendimi müjdat gezen sanat merkezine kaydolurken buldum. Aylık verilen ilk taksiti toplam ücret sanmam da beni ittiren bir kuvvet oldu tabi. Gerçeği öğrendiğim de kalakaldım ama kazak almıyorum ki bu zaten bol gelmişti biraz daha bakınayım diyip çekip gidesin giriştik bir kere. Hiçbir şey olamasam bile 1 haftada sağlam blog malzemesi çıkardım kendime. Sanat merkezi değil de insan belgeseli sanki. Her zamanki gibi hiç konuşmadan etrafı izledim.

Geçen seferki kurs deneyimlerimden sonra anladım ki sanat merkezlerinde bir embesil çalışan bulundurulmak zorunda. Eğitim bakanlığının yükümlülüğü sanırsam bu. Ücret konusunda doğru düzgün bilgi veremeyen embesilcan kurs tarihi konusunda da aynı iletişim bozukluğunu yaşattı. 1 hafta önce başlamış kursa sonradan gittim sanki ilk dersmiş gibi. Herkes bir kaynaşmış bilgili diyorum sanatçılar böyle demek sonra bir şekilde öğrendim sonradan geldiğimi.

Hedef kitle çok basit. Hepsinin belli bir repliği var "hep hayalimdi oyunculuk". Hayali oyunculuk olmayan tek mal benim orda. Nerdeyim ben ne yapıyorum ya demeye başladım ilk dersten. Kitlenin yarısı Bilkentli kokoş ve concon tipler. Sanırım Türkçe öğrenmeye geldiler. Diğer yarısı da hiç bir şey olamamış artist olacam hayaliyle çocukluğundan beri çırpınan eğitimsiz kesim. Ben kendimi şimdilik 2 gruptan da soyutladım cool gelip cool gidiyorum ama yarın öbür gün sahnede bağır çağır gül diyecekler tek korkum o. Bu insan kitlesinin bir diğer özelliği de yalaka olmaları. Bir müjdat gezen fanatikliği kol geziyor ki anlam veremiyorum. Benim için Müjdat Gezen denince akla gelen ilk şey darbukatör baryam denen antipatik karakterdir. Ne kadar usta olursa olsun ben bu görüntüyü hafızamdan silemiyorum. Hocam Al Pacino 1 siz 2 diyemiyorum. Dendiğini duyunca da kopuyorum malesef. Eğitmenler gerçekten alanında başarılı saygım sonsuz ama zaten parayı basmışız bize çalışıyorlar ne diye bana bu şansı verdiniz Allah razı olsun diye yapışayım bir foto çekilelim büyüksünüz diyeyim. Git sana kurs ücretini kim veriyorsa ona yapış Allah razı olsun diye. Ayrıca bir sürü devlet tiyatrocusu eğitmen varken Müjdat Gezen'in peşinden koşma çabası da komik. Zaten 4 ay boyunca hocamız olmayacak mı bunlar sokakta karşılaştığım ünlü muamelesi niye yapılıyor anlayamadım. Sürekli elime makina verdiler zaten resmimizi çeker misin diye. Bu sayede hocaların akıllarında en çok ben kalmışımdır kesin.



İlk haftanın sonunda bir de açılış kokteyli verdiler. İşte orda kim kimdir iyice netleşti gözümde. Herkes foto makinalarıyla gözü dönmüş geziyor.Müjdat hocayla toplu foto çekilelim dediler adam oturdu etrafında 10 kişi kalan 50 kişi resmini çekiyor bense kenarda durumun komikliğini hafızama kaydediyorum. Bir tanesi zaten "ayy ben çıkmıyorum ama resimdee "diyebildi takdir ettim. Her zaman için beleş içkiyi hiç bir şeye değişmeyen ben oturdum bekledim kokteylin başlamasını boş boş. Herkes foto peşinde koşarken gittim aldım şarabımı ortada içiyordum ki omzumda bir el hissettim. Dikilmişim Müjdat Gezenle Turgut Özarkmanın önüne şarap içiyorum. Müjo beni hafif çekip yoluna devam etti. O an dedim özeti budur ben şarabımı içerim ünlüler yanımdan geçip gider farketmem. Belki bu camiada yırtınmayan karakter olarak dikkat çekerim göreceğiz.

Bu esnada kete grubundan (bilkentli kokoşlardan olmayan kenar mahalle style diyebileceğimiz kesim) bir kız beni esir aldı. Tam manikürcü tipi var bunda diye aklımdan geçiriyordum ki ne mezunusun diye sorunca güzellik uzmanıyım cevabını alan ben gülmemek için zor tuttum. Onun da hayaliymiş oyunculuk. Kız zaten boş zamanlarında ne yaptığını anlatınca da iyice kete kalıbına oturttu kendini. Efendim gece sabaha kadar tv izleyip msnde takılırmış. Tv programlarından da yabancı gelinler ve yemekteyizi çok severmiş. İkram edilen köpek öldüren şaraba da hayatında içtiği en güzel içki muamelesi yapması da kültürünü ortaya koydu. O an da dedim nerdeyim ben ya napıyorum diye. Sanırım bilkentli zibidiler grubuna kaycam bu grup özünde iyi insanlardan oluşsa da farklı dünyaların insanıyız. Blog malzemesi olsun diye gözlemlemeye devam edeceğim ama. Bir de bunlar ilk haftadan oyunculuklarını ilan ettiler kızın senaryoları varmış onu sahneleyeceklermiş castı oluşturdular sağolsunlar bana da bir rol verceklermiş aman sağol dedim ve uzadım olay yerinden. Heykelciliğe başlamalıyım bence sesssiz sakin ve karizmatik. İçinde yoğun insan geçen işler bana göre değil. Yaşam bir oyun sahnesiyse ben dekorum arkadaş..

20 Ocak 2009 Salı

amca bana bi sanat lazımdı

Hep keşfedilmesi gereken bir yeteneğim olduğuna inandım ama kendim keşfetmem gerektiğini anlamam biraz zaman aldı. Kriz var, iş yok güç yok, boşum ya evde yemek yapmayı öğrenip örgü örmeye başlayacağım- ki benim literatürümde kendisini "karabasan" olarak nitelendirebiliriz - ya da kendimi sanatıma adayacağım.

Tabi burda Derya Baykal sendromuna yakalanmamak çok önemli bir husus. Genç yaşta o aşamaya gelindiyse çok ciddi bir problem var demektir. İşsizlik sırasında korkulması gereken stepler bellidir. Önce tatil modundasınızdır sonra mevcut anne ve anneanne baskılarıyla yemek ve örgüye itilip ev kızı moduna geçilinir. Bu aşama esnasında gündüz kuşağı tv programlarından uzak durulmalıdır. Çekirdek çıtlayarak bilimum izdivaç programı izleyerek geçen yıllar en sonunda Derya Baykal etkisi altına geçer. Hanımlarrrr kullanılmayan hebelehübelelerimizi hiç bir zaman kullanım ihtiyacı yaratmayacak zebelezübeleler yaratmak için kullanabiliriz. Kafanızda kullanılmış yoğurt kabından boncuklarla süslenmiş bir şapkayla geziyorsanız Derya Baykal sendromuna yakalanmışsınız demektir. Bundan sonraki adım üzülerek söylüyorum ki 25 tane kediyle aynı evde yaşayıp çiçeklerle muhabbet etmektir.

Henüz tatil modundan yeni çıkmakta olan ben işte bu aşamalara geçmemek için kendimi sanatıma adamaya karar verdim. (Burda sanat kesinlikle ahşap boyama ve çöpten kukuleta yaratmak değildir.) Kendine hobi arayan arkadaşım ile birlikte bir sanat merkezine gittik. Bazı şeyler yaşanmadan önce ne şekilde olacağının işaretini veriyor sanırım. Kursa girmeden önce evinden kaçmış küçük sevimli bulldoga pitbull muamelesi yapıp kaçmaya çalışmamız bir sitcom sahnesini aratmıyordu. Hani sokak köpeğine hoşt dersin tabanlarsın da karşındaki süslü bir bulldogsa elinde ne varsa getir oğlum deyip kaçıyorsun. Tabi getir diye attığımız şeyleri birbirimizin üstüne doğru atmamız durumu daha da komikleştirdi ve bir şekilde o köpekcikten kaçıp sanat merkezine sığındık.

Arkadaşım ne istediğini biliyordu ben şan dersi alacağım dedi çekildi. Adam "siz ne istiyorsunuz?" diye sorunca benim sanki videocudaymışım gibi "elinizde neler var?" gibi aslında niyetimi gayet açık gösteren bir cevap vermem karşımdaki sanat adamının hönklemesine sebep oldu. Adam ne desin dans verelim gitar verelim diye elindekileri satmaya çalışırken ben biraz daha kolaylaştırayım dedim amca şöyle vurmalı üflemeli birşey olsun dedim. Sihirli kelimeyi demişim meğer adam aldı beni baterinin başına oturttu önce bir şov yapıp sonra birkaç figür gösterip içimdeki bateristi keşfettirdi. Tabi adam bu işten para kazanacağı için hakkaten yetenek var mı yoksa satış stratejisi mi emin olamıyor insan ama birşeylere vurup ses çıkartmak iyi hissettirdi. Ama baterinin de kötü bir huyu var arkadaş ortamında hadi ben de baterimi çıkarıp çalayım şenlenelim durumu olamıyor. Anca etli butlu bir arkadaşınızın göbeğinin üstünde ritm tutarak ortam şenlendirilebilir burda da size pek sanatçı gözüyle bakılmaz. O yüzden malesef bateriye "evet bu" diyemedim. Amca beni sanatçı yapmayı kafaya koydu gel modern dansa dramaya bak dedi sözleşip terk ettik ortamı. Bu arada arkadaşımın uzun yıllardır süregelen müzik geçmişine rağmen kendini üstün zekalı yeni keşfedilmiş bir yetenek olarak yedirtmesi de takdire şayan apayrı bir blog konusudur:)

O gün o kapıdan çıktığımızda bambaşka iki insan olmuştuk: "kurs manyakları". Ertesi hafta sanat aşığı ben gene aynı arkadaşımı sürükleyip modern dans drama kursunu seyre gittik. Seyredemedik ama bu sefer de drama hocasına bana birşey lazım ama ne diyerek başının etini yedik. Artık bütün sanat dallarını denedikten sonra bir daha gitmeye kayıt olmaya yüzüm olamadı. Ama amacımdan sapmadım başka bir sanat merkezini kurban seçtim ama daha sonra anlaşıldı ki kurban bizmişiz.

Aynı kurs manyağı arkadaşıma aa şurda hiphop dansı dersi veriyorlarmış deyince o anda kendimizi sanat merkezinin kapısında bulduk. Kapıyı açan kızın surat ifadesiyle olayı kavrayıp geri dönmemiz gerekiyordu ama anlayamadık. Kız kapıyı açıp karşısında iki süslü kızı görünce direk "neden geldiniz?" dedi ama suratındaki ifade "niye böyle bir hata yapıyorsunuz buraya ait değilsiniz ki" diyordu bilemedik girdik içeri. Villa olmasına rağmen bir devlet dairesini aratmayan zevkten yoksun tuhaf bir ortama girdik. Kurs sahibi genç tabiri caizse embesil bir delikanlı bizi ağırladı. Çocuk da şaşkındı, birkaç kez "nasıl buldunuz bizi" diye sorup durdu orda afalladık ama vazgeçmedik sanat aşığıydık manyaktık biz. Geçen haftalardaki deneyimlerimle bu sefer açık net konuştum. Abi biz hiphop istiyoruz ama kafamızın üstünde dönmek istemiyoruz diyerek niyetimizi açıkladık ama çocuk embesil olduğundan pek aydınlatıcı olamadı. 1saat sonra ders var gelin görün dedi iyi dedik çıktık bir de 1 saat mekanın etrafında mekan kadar tuhaf bir cafeye sığındık. Ergen nargile cafesi olarak tasarlanmış, kuytu olduğu için bizce yasak aşkların durağı olmuş tipik bir ergen oyun cafesinde çay içtik. Garsonun bir çay karşılığı kahve ve milkshake ikram etmeye kalkışması pek iyi niyetli gelmedi ve mekanı terk ettik cehenemmimize geri döndük. Hiphop dersini beklerken epeyce bir süre mekan gözlemi fırsatımız oldu ve ikimizin de ortak kanısı 2 embesil çocuğa sahip zavallı memur emeklisi bir amcamızın çocuğumuz bir tek gitar çalabiliyor ona bir kurs açalım girişimiyle evdeki eskileri doldurup açtığı bir yatırım olduğu oldu.

Biz bu gözlemlerle kendi halimize gülerken ordan adidas eşofmanlı almancı tipli ilyas salman çakması bir abimiz sınıfa doğru geçti orda eyvah dedik bu hoca olamaz. Sınıfa girdiğimiz an tam bir şoktu. Almancı tipli hocamız hakkaten almancıymış. Birbirinden amele öğrenciler onlardan daha amele bir hoca hepsi ellerinin üstünde zıplamaya çalışıyor ortada yoğun bir ter kokusu ve biz dersi izleyecektik de diye topuklularıyla içeri süzülen biz iki gariban. Burnumuzu tıkayıp bu bir şaka olmalı diyerek içimizden 100e kadar saydık ve koşar adımlarla arkamıza bakmadan mekanı terk ettik. Böylelikle kurs maceramız burada noktalandı.

Kıssadan hisse: Sanatçı olunmaz sanatçı doğulur doğamadıysan uğraşma

5 Ocak 2009 Pazartesi

Hoşgeldim

Blog aç blog aç blog aç: Son zamanlarda "çok boşum ne yapsam?" sorusuna aldığım yegane cevap. Acaba çekil başımızdan derdin neyse yaz mı demek isteniyor yoksa yazdıklarım mı seviliyor bilemedim ama deniyorum hayırlısı.

Ha ben kimim? Adım soyadımla yaşarım ama paylaşmam yersiz gizemli kalırsam çok özel hissedeceğim o yüzden bir süre mistik takılacağım. Tanıyan tanır bilen bilir. Bu kadar marka düşkünlüğü niye? Kısaca M.E diyelim bitsin. Bir parmak izi, aranan adam havası estirdim daha da bi mistik oldu be oldu oldu tam oldu ben M.E.

25 yıl önce ailenin çok geveze büyük abla, normal görünümlü psikopat ağabeyden sonra sessiz anormal küçük kız kardeş olarak dünyaya gelmişim. Sanıldığının aksine konuşmaya erken başlamışım ama yazmayı öğrendikten sonra kalem varken dile ne gerek var mantığıyla kendisini azaltmışım. Şekilde görüldüğü üzere kendimi yazılı daha iyi ifade eden ama sadece metinden oluşan bir iletişimle yaşam sürülmesi mümkün olmadığından etrafımda az konuşan bir insan olarak tanınmaktayım. Çenemin aksine gözlerim ve kulaklarım 360 derece çalışır. İşte bu çalışan gözler ve kulakları burda metine dönüştürerek baraj misali bir enerji üretimine geçirmek hedefimdir.

Hoşgeldim ben...